23 Nisan 2011 Cumartesi

"İkimiz Birden Sevinebiliriz Göğe Bakalım"








Turgut Uyar,
"ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim"
diyor.
Bu böyledir, her şeyi, herkesi sonradan öğreniriz. Asıl cehalet, bilginin gücüne tapınmaktır. Güce güvenmektir. Güçlüye yamanmaktır. Ne denli 'bilgili' ve 'güçlü' olursak olalım, gerçekte, bizi, yaşadığımız dünyayı, kainatı ve varlığı kuşatan Mutlak Alim'in huzurunda alabildiğine cahil ve çaresiziz. Bu esası yitirdiğimizde, bilgisizliğe ve vicdansızlığa düşeriz. Asıl güç, güçsüzlüktedir, haklılıktadır. Adalet, merhamet ve Hakikat'e sadakatten daha büyük bir güç yoktur. Zira, bu, Asıl Güç Sahibi'ne dayanmak, kendi sorumluluk ve yükümlülüklerimizi yerine getirdikten sonra, işimizi O'na havale etmektir. Bu bağlamda büyük bilge Rabiatü'l-Adeviyye'nin, Hasan-ı Basri'ye söylediği sözü anmanın vaktidir : 'İnsanın benlik iddiasından daha büyük günah mı olur?' Bu sırdandır ki, modern Türk Şiirinin yıldızlarından Turgut Uyar, 'Divan'ındaki tevhit'te şöyle der : "özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir/özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir
suya giden bir adam mesela omzunu eğri tutsa/güneş, su ve adamın omzundaki eğrilik senindir
ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın/kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir
kararan dünya yeni bir güle bir ateş parçasıdır/bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir
bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın/ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir
benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir/senin suyunun bıraktığı güçler artık senindir
çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi/her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir
senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi/tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir
ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın/aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir"
Kibriya, Allah'a özgüdür. Konevi, Kırk Hadis şerhinde, kibrin, örneğin büyük günahlardan olan zinadan daha şiddetli bir cezayı hak ettiğini söyler. Zira kibir, Kebir ve Ekber Olan'a karşı büyüklenmek, İlahi olan bir vasfı sahiplenmektir. Kibriya sadece O'na özgüdür ve kibirlenen insan, örtük olarak Tanrılık iddia etmektedir. Kibrin, bu anlamda mesela alkollü içki kullanmak veya evlilik dışı ilişki kurmaktan daha çürütücü olduğu söylenebilir. Konevi'nin ifadelerini ödünç alarak söylersek, Kibr, Allah'ın zorunlu vasfı, insanın ise çürüten ve helak eden niteliğidir.Büyük düşünür Wıttgensteın'ın dediği gibi, 'şeylerin nasıl olduğu değildir gizemli olan, olduğudur.' Hayatın özündeki gizemi, ancak, ruhsal bilincimiz parçalandığında fark etmeye başlarız. Bu ise, rutin dışına çıkmamızla mümkün hale gelebilir. Rutin dışına çıkmak, egomuzu şişiren ve kışkırtan dalkavukluklardan, minik 'başarılarımızdan ötürü bizi pohpohlayan dost çehreli düşmanlardan uzak durmakla, büyüklüğünün gereğinin tevazu olduğunu bilmekle ve yaşamakla, O'nun sonsuz ve Mutlak Kudreti karşısında acz ve çaresizliğimizin sonsuzluğunu kavramakla mümkündür. Biz, irademizle rutin dışına çıkmayı başaramaz isek, Allah bir tedip sillesiyle, bir musibet, Bizim 'kültürümüz', altmışlı yıllardan itibaren aşırı biçimde politize olduğundan, her şeyi ve herkesi politik kalıplarla algılamaya başladık. Sosyolojik anlamını da içerir biçimde kullandığımızda, 'çıkar' eksenli ilişkiler kuran birey ve toplulukların düçar olduğu bu hal, yaşamın özündeki şiirsel mantığı adım adım kaybettirir. İlişkilerini çıkara dayalı olarak kurmaya çalışanlar, zekasını kurnazlıkta kullanan zavallılardır. Onların kelimeleri ve eylemleri geçersiz ve etkisizdir. Sonuç vermez, insanlığa bir hayrı olmaz. Ülkemizde bu ahlaki çürümenin giderek derinleştiğini ve yaygınlaştığını görebiliyoruz. Bediüzzaman, 'bir gemide dokuz cani bir masum bulunsa o gemi kanun-ı adaletle batırılamaz' demişti. Bu kozmik adalet ilkesini bugün ilişkilerimizde tahayyül bile edemiyoruz. Bir insanda dokuz masum bir cani sıfat bulunsa, o insan tümüyle kötü görülmemeli...Bu ahlaki tutumun kıyısından dahi geçemiyoruz. Birbirine karşı gardını güçlendiren toplumsal bloklar, insana yakışan bir konuşmayı, bir dili ortadan kaldırıyor. Seçkinler dahi ötekileştirici, duygusal ve iletişimi tıkayan, karşılıklı konuşmayı engelleyen bir dile doğru savruluyorlar. Bu, zaten yalnızlaşan, parçalanan, aşırı biçimde bireyselleşen modern insanın yalnızlığını daha da artırıyor. Zarifoğlu, daha soyut düzeyde söylüyordu ama, bunu da kuşatıyordu : "ah şu yalnızlık/kemik gibi/ne yanına dönsen batar" derken...
İbn Arabi'nin bir anısını hatırlıyorum. Gezgin'e aldığım bu olay, Kurtuba'da geçer. Bilge, halvete girer. İtikafta birkaç hafta geçirmekte iken, dostu Abdullah, yalnız kaldığı odaya ansızın girer. Şeyh, birden sıçrar, kendine gelir ve dostunu görünce şaşırır. Abdullah, özür diler ve nolduğunu sorar. İbn Arabi şöyle cevap verir : 'Sen gelesiye Sevgili'mle baş başa idim, sen gelince yalnızlığa düştüm.' Demek ki, asıl yalnızlık, O'nunla ilginin kesilmesidir.
İnsana kemik gibi batan da budur. O'nun rızasını tahsil edemeyen sözler, eylemler ve ilişkiler boştur, anlamsızdır ve insanın yalnızlaşmasıdır. Turgut Uyar, bu yüzden bir şiirinde, 'ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım' der. Göğe bakmak, modern zamanlarda insanın yitirdiği bir haldir. Gök, insanı, dünyayı ve aşağı alemi çevreleyen üst alemdir. İnsanın gökle temasını yitirmesi, egosuna gömülmesi, egosantrik hayalciliğin pençesinde kıvranması durumunda çevresine nasıl kükürtlü bir duman yaydığını, gündelik yaşamımızda her an gözlememiz mümkündür. Oysa insan, 'yalnız gibi'dir, 'ağaçlar gibi'dir, yeter ki göğe baksın : Göğe bakınca, arzdaki küçük hesaplar, kurnazlıklar, insana yakışmayan kibir, haset, kıskançlık ve öfkeler, yalanlar, hileler, dolaplar, sadece kendini düşünmeler, ayak oyunları ve akıl tutulmalarının nasıl birer parazit olduğunu da görecektir. Gök bize, her şeyin içyüzünü gösterir. İnsanın göğü de kalbidir. Kalbe ait olmayan kötücül duyguların ve ruha uymayan küçük hesapların, ayak oyunlarının insanı ve yaşadığı dünyayı nasıl kirlettiğini sadece kalp söyleyebilir. 'Bunda kalp sahibi olanlar için öğüt vardır' emri bunu ima eder. Çünkü kalp, sınırsızdır, inhisar kabul etmez ve hakikati kuşatabilir. Çünkü kalbin Sahibi yere göğe sığmamış, inanmış kulun gönlüne sığmıştır.
Kalbi ise besmeleyle açmalı ve istiğfarla yıkamalı :
"çünkü besmeleyle başladı/çünkü desturla tuttuk ne tuttuksa/çünkü imanla çok şeylere çağrıldık gözümüz/dağlarda kaldı eşya geride kaldı/dünya arkada bırakıldı/bir diş gibi ayrıldık çenemizden/dil çağı kapandı göz bağı koptu/bir tövbe sancağı açıldı bir zevk süreci değil
çünkü bütün o zamanlar toptan kullanılmış oldu/içinde zalimlerin asılma sahneleri
içinde kan akıtanların kanlarının seli/içinde mahzun edenlerin gözyaşı nehirleri/çünkü tövbe edildi izin verildi besmeleyle başlandı/sevgilinin elinde dertler hoş/bilene/çamur çamur olarak
tekme tekme olarak/ongündür ve kırık gündür daha/aç acına ayakta aç durmak olarak kaydedildi/sevgilinin elinden bağış ve kefaret olarak/bilindi/kabul edildi/razı olundu
ağlanmadı/ (...) ağıt güzel vakitlerindedir/estağfirullaaaaaallah ve işte böyle uzatarak
kalbim aç/etim yanık/dünya diz çöktüğüm yer kadardır, dizimin yanınıda bir diz/dizimin yanında bir diz sağdan bir iki üç/dört beş altı yedi soldan bir iki üç/dört beş altı yedi
bir sana bir sana... avucunu aç avucunu kapa/dilini tut aklını kravatın gibi çöz at/şimdi bir damla gözyaşı bir iri yakut"

alıntı

0 yorum:

 
2009 Template Scrap Rústico|