31 Aralık 2010 Cuma

Yaşamınızı biraz sadeleştirmeye ne dersiniz




“İlerleme sadeleştirme ile mümkündür, karmaşıklaştırma ile değil.

Neleri seviyoruz? Onlar kalsın

Gerçekten neleri yapmaktan en çok zevk alıyorsunuz? Sizin için çok önemli olan bu 5 şeyi bir kâğıda yazın. İşte bu 5 şey sadeleşme eylemimizin temelinde yatan 'önceliklerimiz' olacaklar. Sadeleşme esnasında yapacağımız elemelerde bu öncelikler her zaman sabit kalacak, bunu unutmayın.

Zamanı bir daha değerlendirelim

Gününüz nasıl geçiyor? Kaçta kalkıyorsunuz, kaçta evden çıkıyorsunuz, kaçta yemek yiyorsunuz? Tüm gün boyunca zamanınızı nasıl kullanıyorsunuz? Şimdi az önce belirlediğiniz önceliklerinizin alakalı olduğu zamanlara öncelik verin, ardından diğerlerini elemeye ya da azaltmaya başlayın.

Evi sadeleştirmeK

Sadeleşmenin en önemli adımlarından biri de odanızda, dolabınızda, hatta komple evinizde bir arınma gerçekleştirmektir. Bunu yaparken üç adet koli yapın; atılacaklar, bağışlanacaklar ve başka şekilde değerlendirilecekler... Her şeyinizi bu şekilde ayıklamaya başlayın!

‘An’ı yaşayın

Sadeleşmenin anlamlarından biri: ‘şimdi’yi yaşamak… Geçmişin geçmişte kalması ve'şu anki hafızamızda geçmişte yaşananların değil, sadece onlardan aldığımız derslerin barınması; ayrıca çok yakın gelecek dışında geleceğin deşilmemesi, an’ı sadeleştirmeye ve daha kaliteli yaşamamıza yarayacaktır.

‘Yeter’ kelimesini bilmek

Tutumlu olmak da sadeleşmenin parçalarındandır. Yani daha az satın almak, daha az istemek ve azla yetinmek... Bir şeyi almak istediğinizde iyice düşünmek, tartıp biçmek; her zaman için daha küçük bir evle, daha mütevazı bir arabayla mutlu olmayı becerebilmek…

Hedeflerde seçicilik

Kendinize bir sürü hedef koyup onlara ulaşayım derken başarısızlık ve hüsranla karşılaşmak yerine; kendinize bir büyük hedef belirleyin ve tüm enerjinizi ona verin. Böylece hem o hedefinize daha çabuk ve kolay bir şekilde ulaşacak; hem de çok büyük bir mutluluk yaşayacaksınız.

Sorumlulukları bölüştürün

İş hayatınızda yapmanız gerekenler listesini sadeleştirdiğinizde önemli işlerinizi daha çabuk halletmiş olacağınızı fark edeceksiniz. Ayrıca vakit kaybından da kurtulmuş olacaksınız. Aynı şekilde evdeki işlerinizde de önemli olanlara odaklanmanızı; diğerlerini de aile arasında bölüştürmenizi öneririz.

Ve artık…

Uygulamaya geçireceğiniz her harekette şu soruyu kendinize sorun: "Bu, hayatımı sadeleştirecek mi?" Bu soruya yanıtınız eğer 'hayır' ise tekrar düşünün, ‘evet’ ise devam edin!

DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Gül Düşün Gülüstan Ol...



Gül Düşün Gülistan Ol Başarının yolu buradan geçiyor.....

Pozitif düşünce , olumsuzluklara razı olmayan, her koşulda yapabilecek iyi bir şeyin olduğuna inanan, insan hayatını olumlu yönde etkileyen bir düşünce tarzıdır. Bu gün artık iş , spor ve sanat dünyasında bile pozitif düşünce ve beyin gücü verim arttırıcı bir faktör olarak kabu...l edilmektedir. Artık başarının yolu pozitif düşünmekten geçiyor. Bu iki kelimeyi hayat felsefesi olarak benimseyen insanlar umudunu, güvenini, iyimserliğini
kaybetmeden kendine güvenen, cesur ve inisiyatif sahibi bireyler olduklarını çevrelerine hissettiriyorlar.

Neler yapmalısınız?

Pozitif düşünen kişiler, pozitif enerji veren insanlarla arkadaşlık ediyorlar, pozitif enerji veren yiyeceklerle besleniyorlar, pozitif enerji yüklemek için spor ve meditasyon yapıyorlar.

- ;Mizah duygunuzu yitirmeyin

- ;Cesur olun

- ;İdealist olun

Üretken olan kişiler;
- Sezsizliğin tadını çıkarmayı bilirler
- Doğayı hisseder, ondan zevk alırlar
- Kendi duygularına güvenirler
- Kargaşa içinde de işlerine odaklanırlar
- Çocuklar gibi onlarda hayal kurmaktan hoşlanırlar
- Kendi bilinçlerine güvenirler

Affetmek bir terapidir

Affetmek , bir başka insana veya kendinize karşı içinizde duyduğunuz öfkenin yerine sevgiyi koymaktır. İşte size affetmenin birkaç yolu:

-İşe enerjinizi arttıracak bir şey yaparak başlayın

-Sanki kalbinizden konuşuyormuşsunuz ve içinizden yükselen affetme sözcüklerini dile getiriyormuşsunuz gibi yapın ..

-Ellerinizi kalbinizin üzerine yerleştirin, içinizden taşan duyguları hissedin


Beynin anatomisi

Beyin, alt beyin, üst beyin, sinir sistemi diye üç kısımdan oluşur. İnsan beyninin diğer canlılardan farkı, üst beynin gelişmişolmasından kaynaklanmaktadır.

Alt beyin daha çok otomatik fonksiyonları denetler. Kalbimizin atması, kan basıncı, hormonlar alt beyin tarafından idare edilir.

Üst beyin ise, daha çok entellektüel işlevlidir. Bilgiler burada kaydolunur, değerlendirme burada yapılır, davranışlar buradan idare edilir.

Peki, üst beyin alt beyni kontrol edebilir mi? Yapılan araştırmalar, bunun mümkün olduğunu göstermiştir. Biz, mutlu olmayı düşününce mutlu oluyor,hastalığı kafamıza takınca da hasta oluyoruz. Yani, düşünce tarzımız; hem yaşantımızı, hem de bedenimizi etkilemektedir.

O zaman şu ortaya çıkar: Beynimizin bizim için en önemli tekniği, olumlu düşünmenin ileri şekillerini uygulamasıdır.

Olumsuzluğu düşünmeyin...


Olumsuz zihni kurgu, yani olumsuz düşünce ise beynimizi kendimize karşı olumsuz çalışmaya programlayacaktır.

Örneğin bir futbolcu, üç kez kaleciyle karşı karşıya kalmasına rağmen topu dışarıya atmıştır. Bir dahaki maçta aynı hatayı yapmak istememektedir. Bunun için beynini şöyle programlamıştır: "Topu dışarı atmayacağım. Topu dışarı atmayacağım." Bunu kendi kendine defalarca söylemiş ve maça çıkmıştır. Sonuç: Topu yine dışarı atmıştır.

Burada futbolcunun yaptığı hata, topu kaleye atmaya değil, dışarı atmamaya
şartlanmasıdır. Bu durumda beyin, kalenin içine değil, dışına kilitlenmiştir. Bu olumsuz uyarıcı da, başarıya değil, başarısızlık korkusu yüzünden başarısızlığa götürmüştür.

Sadece başarıyı düşünmelisiniz

Olumlu düşüncede temel nokta, beyni olumlunun üzerine programlamaktır. Yâni, başarısız olmamayı değil, sadece başarmayı düşünmelisiniz.

Bunu hafıza noktasında düşünürsek, unutmayı değil hatırlamayı seçmeli, ona
kilitlenmelisiniz.

Evet, başarının en önemli anahtarlarından birisi, beynin olumlu düşünceye
programlanmasıdır. Bu ise, gerçek bir özeni gerektirmekle beraber, aslında zevkli bir uğraştır.

Hoşunuza gideceğini düşündüğüm bi araştırma var paylaşmak isterim..

Amerika'da bir okulda ilginç bir deney yapılır. Özel bir sınıf oluşturulur ve bir grup öğretmen bu sınıfa verilir.Öğretmenlere, bu sınıftaki öğrencilerin çok seçme öğrenciler olduğu söylenir. Öğrencilere de aynı şekilde, öğretmenlerinin çok seçme öğretmenler oldukları belirtilir.Yıl sonunda, sınıfın başarısı hârikadır. Okul müdürü, o öğretmenlerle bir toplantı yapar ve sınıfın gerçekte kura ile, gelişigüzel bir şekilde oluşturulduğunu açıklar. Bunun üzerine
öğretmenler, "Bu durumda, demek ki biz süper öğretmenleriz." derler. Müdür cevap verir:

Hayır, sizler de kura ile seçildiniz. sevgiler...

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Leyla Gerçekten de Güzel Değil Miydi?






Denir ki, Leyla kara kuru, cılız, sıradan bir kız. Leyla’yı görenler

Mecnun’un aklına şaşkın. Denir ki yine; padişah merak eder, çağırır

Leyla’yı sarayına. Dillere destan bir güzellik uman padişah da başkaları

gibi şaşkın. Leyla’ya bir sürü laf eder. “Bu muydu Mecnun’u mecnun eden

Leyla!” bakışını hisseden Leyla, “Sen” der, “Mecnun değilsin!”

Leyla’yı

görüp de Mecnun’a dudak bükenler narsistik kültürde de egemen olan

güzellik kavramından mustarip gibidirler: Güzelliği fiziksel güzelliğe

hapsetmek. Leyla bir yüz ve bedenden ibaret değildir halbuki. Mesele yüz

ve bedense eğer, cesetlerin de bir bedeni ve yüzü vardır. Leyla’nınsa
başka bir güzelliği.



Onunla sohbet eden sanır ki Leyla tüm

dünyayı unutmuş. Konuşana dikkat kesilmiş, tüm varlığı kulak olmuş.

Anlatılanı anlatıldığı gibi anlamaya çalışır Leyla. Sözcükler vehmin

duvarlarına çarpmaz ona vardığında. Anlatan “Hah işte, bunu anlatmaya
çalışıyorum” der (hüsn-ü ifham).



Anlatımı sadedir. Tane tane

konuşur. Sözcükleri boca etmez kimseciklere. Kelimeleri öyle kullanır

ki, bir çeşmeden dökülen su gibi, ağzından dökülen kelimelerle inşa

ettiği güzelliktir. Kömür gözlü değildir Leyla, amma tatlı
dillidir(hüsn-ü kelam).


Düzen ve intizama riayet eder.Eşyalara sinmiş olan düzenle, evine girenlerin içi açılır (hüsn-ü intizam).



Bir

gün Mecnun’la karşılaşır, eli ayağına dolanır. Onu hangi güzelim

sözcüklerle karşılayacağını bilemez. Kim olsa aynısını yapar Leyla. Kara

kuru yüzünden tebessümler dökülür, en güzel kelimelerle insanları buyur

eder (hüsn-ü istikbal). Ne var ne yok misafirlerinin önüne koyar,
onları ikramlarıyla memnun etmek için paralanır (hüsn-ü kerem).



Eşyaları

kimse Leyla kadar güzel kullanamaz, kimse onlara Leyla kadar güzel

davranamaz. Tahta kaşığı sanki canlı bir varlık gibidir. Kullandıktan

sonra ona teşekkür etmeyi unutmaz. Görenler kaygıya gark olur; belki de

mecnun olan aslında odur. Kap kacağını elinde öyle bir tutuşu vardır ki,

narin bir bebeği elinde tutan anneden daha mahir. Leyla’nın elleri kara
kuru, ne gamdır(hüsn-ü istimal).



İnsanları kırmamak için kılı

kırk yarar. Konuşmadan önce tartar, ölçer, biçer. Konuşması gerektiğinde

yeteri kadar konuşur, susması gerektiği yerde ağzına kilit vurur.

Kırmaktansa kırılmayı öğrenmiştir Leyla. Bencilliklerinden sıyrılmış,

ben diye tutturmaktan azat olmuştur. Onunla arkadaş olmak için can

atılır. Yanına varan huzura varır. İnsanlara zorluk çıkarmaz.

Kolaylaştırır. Onunla geçinmek kolay değildir sadece, güzeldir de aynı
zamanda (hüsn-ü muaşeret).



Onunla sohbete niyetlenenler sözlerine

çekidüzen verir. Çünkü bilirler ki Leyla gıybetten hiç hoşlanmaz. Kötü

düşünmekten kaçınır, yaşananlara güzel tarafından bakar. Her olayın

altında bir hayır görür. Umutsuzluk yoktur yüreğinde. Mızmızlanmaz,

şikâyet etmez. Kimsecikleri suçlamaz. Suçlanacak olanın nefsi olduğunu

idrak etmiştir. Varlıklara zarar vermek aklının ucundan geçmez (hüsn-ü
niyet).



En güzel hallerinden biri de edeptir Leyla’nın (hüsn-ü

edep). Narsistik kültürde bunun bir karşılığı bile yoktur. Bana en hazin
gelen de budur.



Kolay pes eden biri değildir Leyla. Metindir,

sağlamca tutunur inandıklarına. Kararlarına sahip çıkar. Hatalarınaysa

daha çok. Kimsenin üzerine yıkmaz yanlışlarını. Dayanıklı bir kişiliği
vardır (Hüsn-ü metanet).



Güzelliği fiziksel güzelliğe

hapsedenlerin Mecnun’u anlaması imkânsız gibidir. “Bir kadının en

cazibedar, en tatlı güzelliği nedir?” diye sorulsa; “Kadınlığa mahsus

bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir” cevabını narsistik

kültür algılayamaz, anlayamaz. Oysa ne güzel bir tanımdır bu (hüsn-ü

mana), ne kadar derin. Ya da “En kıymetdar ve en şirin cemali nedir bir

kadının?” diye sorsak, narsistik kültür bilmez ki “ Ulvî, ciddî, samimî,
nuranî şefkatidir.”



Mecnun’un Leyla’da tutulduğu böyle bir

güzelliktir işte: Halleriyle Cemil isminin tecellisine mazhar olmuş

güzel bir insan. Ondaki güzelliğe zaman ilişemez bile. Aksine zaman,

ancak Leyla’nın hüsn-ü siretinin olgunlaşıp ziyadeleşmesine hizmet
edebilir.



Tasvir etmeye çalıştığım güzellik biçimlerinin bazıları

kadınlara özgüyse de; çoğu erkekler için de geçerlidir elbet. Erkeklere

özgü başkaca erdemler ise cesaret ve cömertliktir (hüsn-ü sehavet).

Koruma, kollama, yakınlarının sorumluluğu alma gibi bazı özellikler
özellikle erkeklerde tecelli eden başkaca güzel hallerdir.



Leyla

gerçekten de böyle biri miydi? Bilmiyorum. Gaybı ancak O bilir. Ben

sadece güzel bir insanı tasvir etmek ve fiziksel güzellik dışındaki
güzellik hallerine dikkat çekmek istedim.


Bütün bunlardan sonra akla gelen soru, Mecnun’un Leyla’dan neden ve nasıl vazgeçtiğidir? Bu ise ayrı bir bahistir...

alıntı(Mustafa Ulusoy)
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Affederek Bağlardan Çözülmek




Hedefimiz, gerçekleştirmek istediğimiz her ne olursa olsun bu konuda atacağımız en değerli adım affetmektir. Hem kendimizi hem de geçmişte yaşadığımız bizi üzen deneyimlerimizin kısıtlayıcı duygusal yüklerini özgürleştirmek için affetmektir.

Affetmek Latince bağları çözmek anlamına gelir!

Peki, o zaman affetmediğimizde neye bağlanırız.... Yaşadığımız olay geçmiştir bir anı olmuştur. Tatsız üzüntü veren bir anı.. Bu anıdan bize miras kalan ise hatırladığımız üzücü hayaller ve duygulardır.

o kişilerden ya da olaylardan özgürleşmedikçe zihnimizde sesleri… bedenimizde bizi üzen duyguları yeniden yeniden yeniden canlandırır dururuz.. ve can veririz geçmişte kalması gereken unuttuğumuz bu üzüntülerimize.. hepimizin bildiği gibi artık; beynimiz hayal ile gerçeği birbirinden ayırt etmez..bazılarımız hatırlamaz bile yaşadığı incitici anıları.. gömmüştür çoktan bilinçaltının derinliklerine..

Neden diye sorar o zaman?
Neden her ilişkim üzücü bir şekilde bitiyor?
Neden pek çok şeyim olduğu halde kendimi mutsuz hissediyorum?
Neden hep iyi başlayan iş yaşantım üzüntülü bir şekilde bitiyor?
Neden dostlarım vefasız çıkıyor?


Nedenler bitmez..
Neden mi ? Bir konu ya da kişi ile ya da yaşamımızda şu anda olmasını istediğimiz gerçekleşmesini istediğimiz hedeflerimizle ilgili olarak ilk kurduğumuz ilişki nasılsa ve bu konuda duygusal olarak nasıl hissediyorsak devamı da o şekilde gerçekleşir.

İçimizde bastırdığımız, doğru bir şekilde ifade etmediğimiz, incinmişliklerimiz, kırgınlıklarımız, öfkelerimiz bizi sürekli ilk kurduğumuz ilişkiye bağlayan prangalar olur. Biz her ne kadar yeni ilişkilere.. yeni işlere..yeni arkadaşlara, yeniye dair ne istiyorsak ona doğru yol aldığımızı sansak da bağlarımız bizi sıkı sıkı tutar ve olduğumuz yerde boşa adımlar atarız.. bağımızın uzunluğu kadar bir daire etrafında döner dururuz.. Bu bir kısırdöngüdür artık.

Affederek işte bu bağları çözer adımlarımızın bizi gerçekten hedeflerimize, istediklerimize götürmesini sağlarız.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Dilerim olsun








Dilerim:

Başucunda teklemeyen bir saat, bilincinde keskin bir ışık ve ruhunda bir battaniye dursun.

Yerde hep, seni istediğin yere götürecek bir çift terlik olsun.

Karanlığın kısa sürsün, ılık olsun. Tünel olmuş olsun, aydınlığa çıksın.

Güneş her gün doğudan gelip, gözüne girsin. Girsin ki, seni yeni bir şeye uyandırsın.

Her gece, içinde güzel masallar dolansın. Sustuklarında gözlerin kapansın. Dudağına bir tebessüm yapışsın.

Duvarda, başkalarına, sahip olduklarından daha fazlasını vermek için, bir plan asılsın. Her şey ona göre yürüsün.

Lavabodan aksın gitsin kıskançlık, endişe, haset, kibir ve kin. O asitler ki, borulardan lağıma doğru yollandıklarında, bütün tıkanıklıklar açılır.

Umutların, tüllerini havalandıran rüzgar olsun. Umutla yelken açan az. Bırak, umutların odana girsinler.

Hiç aramadıklarını çaldıracağın, kalp kazanarak kapatacağın bir telefon dursun masada.

Sana hep ilk hoşgeldini ve en son hoşçakalı diyecek olan, ayaklarının altında duran o paspasın, en değerli varlığın olduğunu unutma. O paspas ki, çamurunu siler ve içeri buyur eder. En yakınındır o, her gün kıymetini bilerek bas ona.

Odanı hep havalandır, kapısını hep açık tut ve perdeleri kapatma. Hava nasılsa kapanıcak arada. O zaman da tüneli hatırlarsın.

Bu dönüşüm kutlanmaya değer olsun. Zilini sürprizler çalsın.

Bu dilekleri okuyan isterse, bunları bana da dilesin. Yüreğimiz sevgiyle dostlukla dolsun “Bu sayfanın tek kuralı bu olsun. “



Nil Karaibrahimgil
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

30 Aralık 2010 Perşembe

Külkedisi Masalı






Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Annesi ölünce babası yeniden evlenmiş. Üvey annesi de ilk evliliğinden olan iki kızıyla birlikte gelip eve yerleşmiş.

Bu iki kız, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasında ne var ne yoksa tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak şöyle dursun, bütün ev işlerini üzerine yıkmışlar.

Ev işleri bittikten sonra bile kızın onlarla oturmasına izin verilmiyormuş. Akşamları, mutfakta, sönmekte olan ocağın önünde duruyormuş tek başına, ellerini küllere doğru tutup ısınmaya çalışarak. Bu yüzden üvey kız kardeşleri ona “Külkedisi” adını takmışla.

Bir gün iki kız kardeşe sarayda verilecek bir balo için davetiye gelmiş. İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes Prens’in evlenmek istediğini biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler.

İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Külkedisi’nin aksine bayağı çirkinmiş her ikisi de!

Balo akşamı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için ağlamaya başlamış. “Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?” diye sormuş bir kadın sesi.
“Ben de baloya gitmek istiyordum,” demiş hıçkırarak Külkedisi.
“Gideceksin öyleyse,” demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış, şaşkınlıktan donakalmış.
Güzel bir kadın duruyormuş yanıbaşında.
“Ben senin peri annenim,” demiş kadın. “Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir hemen!”

Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.
“Şimdi de altı fare…” Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata dönüştürmüş.
“Bir sıçan…” Onu da arabacı yapmış.
“Ve altı kertenkele…” Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa çevirivermiş.

Nihayet Külkedisi’ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi’nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl pırıl parlıyormuş.

“Bir şey var yalnız,” demiş Peri. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye dönüşecek. Prens’in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince eğlen.”

O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar (özellikle de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.

Prens ise görür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans etmek için izin verilmemiş.

Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.

“Gitme!” diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.

O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş.

Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara denetmiş. “Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam yaşayamam,” demiş.

Derken Külkedisi’nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.

Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.
“Hanımefendi,” demiş Prens Külkedisi’ne, “bir de siz deneseniz?”
“O mu deneyecek? Ne münasebet!” diye haykırmış üvey kardeşler.

Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi’nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi’nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz çöküp Külkedisi’ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens’in teklifini tabii ki kabul etmiş.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Ay Çeşmesi Masalı







Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bin bir çeşit canlının ve rengin yaşadığı büyük bir orman varmış.
Gel zaman git zaman, bu büyük ormanda kuraklık başgöstermiş. Hayvanlar susuz kalmış, ölümle burun buruna gelmişler.
Ormandaki bütün dereler kurumuş. Kuyuların suyu bitmiş. Bitkiler sararıp solmuş. Susuz kalan hayvanlar güçsüz düşmüşler. Hele suda oynamayı çok seven filler hareket edemez hale gelmişler. Hortumları kaskatı olmuş. Yelpaze kulakları büzülmüş. Koskacaman gövdeleri sanki bir anda küçülüvermiş.
Hayvanlar arasında sadece tavşanlar eski canlılıklarını kaybetmemişler. Her yere zıp zıp gitmişler. Uzun kulaklarını sallayarak arkadaşlarına selam vermişler. Çünkü tavşanlar evlerinin bahçesinde, su içebilecek çok zengin bir pınar bulmuşlar. Ama bunu ormandaki diğer hayvanlardan gizlemişler.
Hele iri gövdeli filler burayı bulacak olursa, evlerinin başına yıkılacağından korkmuşlar. Öte yandan ormanda susuzluktan ölen arkadaşlarını düşünmüşler.
Tavşanlardan biri;
-Bu sorunu mutlaka halletmeliyiz. Ne biz evsiz kalalım ne de onlar susuz kalsın demiş.
Diğer bir tavşan;
-O zaman bunu gidip ormanlar kralınnaa anlatalım demiş.
Böylece tavşanlar ormanlar kralı ile konuşmaya karar vermişler.
Susuzluktan perişan olmuş bir fil, tavşanlardan önce davranarak ormanlar kralına gitmiş. Uzun hortumunu güçlükle bir sağa bir sola sallayarak durumlarını anlatmış.
-Günlerdir su içemiyoruz. Su iç;emediğimiz için de bütün gücümüzü kaybettik. Ne olur derdimize bir çare bulun. Komşu ormandan bize su getirin
Ormanlar kralı aslan, üzüntüyle kükremiş. Arkadaşlarından bazılarını yanına çağırmış.
-Arkadaşlar! Hemen ormanda araභ;tttırma yapalım. Herhangi bir yerde su kaynağı olup olmadığını öğrenelim, diyerek onları göndermiş.
Aslanın arkadaşları, ormanı karış karış aramışlar. Tam umudu kesecekleri bir sırada, tavşanların evinin bahçesindeki pınarı bulmuşlar. Bu pınar, tavşanların daha önce keşfettikleri Ay Çeşmesi imiş.
Tavşanlar, sadece geceleri bu sudan içtikleri için buraya Ay Çeşmesi adını vermişler.
Aslanın arkadaşları buranın suyunu çok lezzetli bulmuşlar. Hemen gidip aslan krala durumu bildirmişler. Aslan arkadaşlarının getirdiği bu habere çok sevinmiş. Hemen fillerin en bilgesne bir haberci göndermiş.
Fillerin bilgesi ormandaki tüm filleri haber göndermiş. Onlara bir su kaynağı bulunduğu müjdesini vermiş.
Filler toplanarak Ay çeşmesine doğru yola çıkmışlar.
Fillerin Ay Çeşmesi’ne doğru ilerliyor olmaları tavşanları çok korkutmuş.
İçlerinden bir tanesi uzun kulaklarını sallayarak;
-Günlerdir su içmeyen filler şimdi bizi de ezip geçerler. Hemen buradan çekilelim diyerek arkadaşlarını uyarmış.
Çok geçmeden büyük bir sarsıntı olmuş. Tavşanlar, fillerin geldiğini anlamışlar. Hemen yuvalarına çekilmişler.
Günlerce su içmeyen filler, Ay Çeşmesi’nden doya doya su içmişler. Hortumlarına aldıkları suyla vücutlarını da ıslatmışlar. Anne filler, yavrularının su içmelerine yardım etmiş. Neşe içinde gülüp oynamışlar. Tavşanlar ise bir kıyıdan onları gizlice izlemişler. İçlerinden biri;
-Filler yakında yuvalarım௯;zzzı başımıza yıkacaklar. Baksana şu hallerine! diyerek üzüntüyle söylenmiş.
Tavşanlar durumu, hemen gidip ormanlar kralına bildirmiş.
-Aslan kral, arkadaşlarınız evimizin bahçesinde pınar buldu. Onu bir zaten daha önce bulmuştuk. Ama evimizin yıkılmasından korktuğumuz için kimseye söyleyemedik. Tam sizinle konuşmaya geliyorduk ki filler evimizi bastı. Şimdi ne yapacağımızı bilemiyoruz.
Aslan kral, tavşanların söylediklerini dikkatle dinlemiş ve sonra da kafasını kaşıyarak konuşmuş.
-Durum biraz karışık g?rünüyor. Filler de burada yaşıyorlar. Bu nedenle o sudan içmelerine hiç kimse engel olmamalıdır. Ama sizin evlerinize de zarar gelmemeli. Ne yapsak acaba?
Tavşanların içinden en zeki olan Topkuyruk konuşmaya başlamış.
-Aslan kral, benim bir fikrim var, demiş.
Sonra da planını uzun uzun anlatmış.
Aslan kral;
-Pekala Topkuyruk! Sana güveniyorumm.. Fillerin de kalbini kırmadan bu işi çözümleyin. Onlar çok iri arkadaşlar ve hepsinin pamuk gibi yumuşak ve arkadaş canlısı kalpleri vardır, demiş.
Tavşanlar aslan kralı selamlıyarak oradan ayrılmışlar. Planlarını uygulamak için Ay Çeşmesi’ne doğru gitmişler.
O gece ay, gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi yusyuvarlakmış. Gecenin karanlığında sanki bir güneş gibi parlıyormuş.
Topkuyruk tavşan, filleri, Ay Çeşmesi’nin etrafında bulmuş. Filler, günlerdir oradalarmış. Yanlarına çok fazla yaklaşmak istememiş. “Filler o koskocaman ayaklarıyla beni ezebilirler” diye düşünmüş.
Sonra da önlem olsun diye yüksek bir tepenin üzerine çıkmış. Oradan fillere seslenmiş.
-Fillerin bilgesini arıyorum. Verilleecccek bir haberim var
Bilge fil, kafasını yavaşça yukarı kaldırmış.
-Bilge fil benim! Ne söyleyeceksen hheeemen söylemeye başla demiş.
Topkuyruk tavşan;
-Beni size ay gönderdi. Size aydan hhaaaber getirdim.
Bilge fil, büyük bir şaşkınlıkla sormuş.
-Ne demek istiyorsun sen?
Topkuyruk sesini biraz incelterek büyük bir inandırıcılıkla konuşmasına devam etmiş;
-Fil kardeş! Ay size çok kızgın. Çünkü siz günlerdir Ay Çeşmesi’nin başından ayrılmıyorsunuz. Başka bir hayvanın oradan su içmesine izin vermiyorsunuz. Ay sizi bağışlar mu bilmem?
Bilge fil, tavşanın bu sözlerini dinledikten sonra şaşkınlığı bir kez daha artmış. Aydan özür dilemeye karar vermiş.
Topkuyruk’la beraber Ay Çeşmesi’nin başına gitmiş.
Kaynağın başına vardıkları zaman tavşan, fili durdurmuş. Gümüş gibi parlayan ayın sudaki yansımasını ona göstermiş.
-Bak görüyorsun değil mi?? AAAy orada! diyerek sudaki ayı işaret etmiş.
Fil ayın yüzünü durgun suda görünce şaşırmış. Pırıl pırıl parıldayan bu yüzden korkmuş.
Kendi kendine,
-Demek ki ay bu kaynakta yaşıyyoorrrmuş, diye düşünmüş.
Fil çok mahcup bir sesle sudaki aya doğru bakmış. Sonra da tavşana dönüp sormuş.
-Ne yapmam gerekiyor?
Topkuyruk göğsünü gererek cevap vermiş.
-Hortumunu suyla doldur!
Fil hortumunu suya daldırarak suyla doldurmuş. Suyun içinde halkalar oluşunca ayın yüzü kırışık görünmüş.
Fil bunu görünce ayın kendisine kızdığını zannetmiş.
-Kaynağından su aldığm için, ay bana kızdı mı yoksa? diye titrek bir sesle sormuş.
Tavşan, filin böyle düşünmesine çok sevinmiş. İçinden “Zeka, aslında en büyük güç” diye geçirmiş.
Sonra da filin sorusunu cevaplandırmış;
-Kızmamış ama hoşlannmmaaamıştır da.
Bunun üzerine fil, kaynağın başından çekilmiş. Hortumunu bir iki kez salladıktan sonra çok üzgün bir ses tonu ile konuşmuş.
-Cahilliğimi bağışlayın lütfen. Sizi biraz üzdük. Ama söz veriyorum bundan sonra suyunuzdan herkes faydalanacak.
Fil sözlerini tamamladıktan sonra ayağa kalkmış. Ayın sudaki yansımasına bakmış. Sudaki dalgalanmalar bittiği için ayın yüzü eskisi gibiymiş. Fil de ayın kendisini bağışladığını düşünmüş. Gözleri heyecanla parıldayarak tavşana bakmış.
-Beni affetti mi ne dersin?
Tavşan sesini alçaltarak cevap vermiş;
-Şişşşt. Bu kadar yüksek sesle konuşma kızabilir. Ama bana kalırsa seni affetti. Yüzünün ifadesine baksana!
Bunu duyan fil çok mutlu olmuş. Son bir kez yere eğilerek ayı selamlamış.
Sonra da tavşana dönerek
-Tavşan kardeş! Beni uyardığın için sana minnetarım. Şimdi beni iyi dinle. Sana bir teklifim var, demiş.
Sonra da sözlerine şöyle devam etmiş.
-Dostum tavşan! İstersen di?er fillere de söyleyelim. Ormanın diğer ucuna hortumlarımızla su taşıyalım. Böylece buraya gelemeyecek diğer hayvanlar da su içmiş olur. Ne dersin?
Tavşan filin bu teklifini çok beğenmiş.
O gün akşama kadar ormandaki bütün filler su taşımış.
Her biri hortumlarında taşıdıkları suları boş kuyulara dökmüşler. Diğer hayvanlar da bu kuyulardan su içmişler. Ormandaki hiçbir canlı susuz kalmamış. Ay Çeşmesi’nin suyu herkese yetmiş. Tavşanların evleri de yıkılmamış.
O günden sonra ormandaki bütün hayvanlar iyi anlaşır olmuşlar. Birbirlerine her zaman yardım etmişler. Yedikleri yemeği, içtikleri suyu birbirleri ile paylaştıkları için, çok geçmeden kuraklı sona ermiş. Orman tekrar o yeşil örtüsüne bürünmüş.
Yalnız o günden sonra bilge fil, ne zaman bir tavşan görse, kendi kendine güler ve şöyle dermiş;
-Zavallı tavşan, anlattıkkllaarına, gerçekten de inandığımı zannetti.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Kar Tanesi







Bir varmış,bir yokmuş…
Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna’nın çocukları yokmuş.

Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış.

Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış.
Bir kış günü, Daniel ve Anna’nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış.

Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış.
Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar.

Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar.
Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış:
–Daniel buldum… Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım.
Daniel başını sallayarak itiraz etmiş:
–Hayır… Kardan bir çocuk yapalım.
Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş.

İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu?

Anna heyecanla kocasına seslenmiş:
–Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana..
Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış:

–Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın..
Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını “kar tanesi” koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş.

Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş.

O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar.

Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş. Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler. Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir “Ahh” sesi duymuşlar. Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler. Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar. Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış. Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar. Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar.

Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna’nın uykusu kaçmış. O sırada korkunç bir fırtına başlamış. Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş. Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler. Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş. Onlara demiş ki:
–Ev çok sıcak. Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum. Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum. Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum. Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım. Bu günkü fırtına benim amcamdır. Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu. Ben de sizi görmeye geldim. Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok. Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim.

Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş. Ama Daniel’in aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

–Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş. Kız evet demek ister gibi başını sallamış. O zaman Daniel şunları söylemiş.

–Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz. Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır. Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi?

Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş. Sevinçle ellerini çırpmış.

Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar. Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş. Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar.

Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Kurbağa Prens





Bir zamanlar yedii güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış.Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş! “Topum gitti!” diye ağlamış kız. “Ben senin topunu getiririm,” demiş gölün kıyısındaki küçük bir kurbağa. “Ama benimle arkadaş olacağına, yemeğini paylaşacağına ve geceleri yatağına alacağına söz verirsen, ” diye devam etmiş kurbağa. “Tamam ” demiş kız. Ama kurbağa suya dalıp kızın topunu ona gerir vermez koşarak saraya dönmüş.

Akşamleyin kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam yemeğe başlamak üzerelerken kapıdan bir vraklama sesi gelmiş. Küçük prenses duymazdan gelmeye çalışmış. Ama kral meraklanmış. ” Kim o?” diye sormuş. Prenses bunun üzerine kurbağaya verdiği sözü babasına anlatmış. ” Söz sözdür kızım,” demiş babası. Böylece prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş.

Yemekten sonra kız tek başına yatağına yönelmiş. Kurbağa masadan, ” ya ben ne olacağım? ” diye vraklamış. Kral kızına, “Verilen sözlerle ilgili söylediklerimi unutma” demiş.Prenses kurbağayı yanına alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış. ” Yastığına gelmek isterim demiş,” kurbağa. Prenses gözyaşları içinde kurbağayı yastığına bırakmış.

Tam o anda kurbağa yakışıklı bir prense dönüşmüş. “Korkma, ” diye gülümsemiş. ” Bir cadı beni kurbağa yapmıştı ve bu büyüyü ancak bir prenses bozabilirdi. Umarım arkadaş olabilirz. Hem bak artık bir kurbağa değilim.” Prens ve prenses çok geçmeden evlenmişler ve düğünlerinde tabii ki bazı yeşil dostlarını da davet etmeyi unutmamışlar.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

AĞUSTOS BÖCEĞİ VE KARINCA






bir varmış bir yokmuş bir ormanda ağustos böceği ve karınca varmış.karınca yazın durmadan yuvasına yiyecek taşırmış.ama ağustos böceği çok tembelmiş.karınca bir gün yine böyle yiyecek bulmaya çıkmış.
o sırada ağustos böceği ağacın kenarında tatlı tatlı öterken karınca : ağustos böceği nasılsın demiş.oda iyiyim iyiyim senin gibi salak diğilim.demiş.karınca buna çok kızmış.öfke ile konuşarak : ağustos böceği sen hiç bu sene yiyecek toplamamışsın galiba.
ağustos böceği gülerek : amaaaan karınca boşver yiyeceği.yaz günü rahatına baksana.ama karınca onun bu tavrına gıcık olmuş.onu önemsememiş ve evine gitmiş.kış iyice yaklaşmış.ağustos böceği de yiyeceksiz kaldığı için karıncadan biraz yiyecek ala bilirim diyerek karıncanın evine gitmiş.karıncaya dönerek: karınca kardeş bana biraz yiyecek vere bilirmisin demiş.
ama karınca ona yiyecek vermemiş ve kapıyı şat diye kapatmış.ağustos böceği yiyeceksiz kalarak keşke ondan önce yiyecek ben toplasaydım diyerek bir daha böyle yapmamayacağına kendine söz vermiş.
BU GÜNÜN İŞİNİ HİÇ BİR ZAMAN YARINA BIRAKMAYACAKSIN.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

HEİDİ





Heidi yaşlı büyükbabası ile yaşadığı küçük kulübede çok mutluydu.Buradaki doğal yaşamı,keçileri ve arkadaşı Peter'i çok seviyordu.Ama her gün aynı şeyleri yapmak, onu bunlatmıştı.Tam o sırada duyduğu Peter'in sesi onu neşelendirmişti.Peter heyecanlı bir şekilde Heidi'nin yanına geldi

-"Duydun mu?Kasabaya sirk gelmiş"diye sordu.Bu sözler Heidi'yi de heyecanlandırmıştı.

-"Doğru mu bu söylediğin?"dedi."O zaman büyükbabama söyleyelim de bizide götürsün."

Birlikte büyükbabasına durumu anlattılar.


-"Tamam"dedi büyükbabası."Hazırlanın bakalım ."

Heidi ve Peter aceleyle hazırlandılar.Nede olsa,ilk kez bir sirk göreceklerdi.Sirkin kapısına geldiklerinde,mutlulukları yüzlerinden okunuyordu.Kapıda onları göbekli bir palyaço karşıladı.

-"İsterseniz içeri girmeden önce,sizi biraz dolaştırabilirim"dedi palyaço.

Çocuklar sevinçle kabul ettiler bu teklifi.Adı Jo olan bu palyaço,önce onları balerin bir kız ile tanıştırdı.Jenny isimli balerin,Heidi ve Peter ile aynı yaşlardaydı.Kısa bir sohbetten sonra,Jo onları dolaştırmaya devam etti.

Heidi bir ev kadar olan fili,ilk kez bu kadar yakından görüyordu.Koca fil eğilerek selamladı Heidi ve Peter'i.Ardından Jo onları,cambazların yanına götürdü.İp üzerinde yürüyen adamı hayranlıkla izlediler.Peter sonunda kendini tutamadı.

-"Sirkete çalışmak çok zevkli am açok da tehlikeli ve zor"dedi.

Heidi ve Peter son olarak vahşi hayvanların kafeslerini gördüler.Jo;

-"Fazla yaklaşmayın!"diyerek onları uyardı.

Her kafesin içinde birbirinden vahşi ve yırtıcı hayvanlar vardı.Sirki gezmeye doyamamıştı Heidi ve Peter.Ancak gösteri başlamak üzereydi.Jo onları aceleyle sirk çadırına götürdü.Az önce gördükleri hayvanların gösterilerini izlemek çok hoştu doğrusu.Heidi ve Peter çılgınca alkışladılar.

Her güzel şey gibi,gösteri de bitmişti.Heidi ve Peter çok mutluydular.Yol boyu,gösterileri anlattılar birbirlerine.Ertesi sabah erkenden kalktı Heidi.Gece rüyasında gördüğü sirke koştu.Ancak kasabaya geldiğinde,sirkin çoktan toparlanıp gittiğini gördü.Çok üzülmüştü.Eve döndüğünde gözleri hala yaşlıydı.

-"Sirk gitmiş büyükbaba"dedi üzgün bir sesle.

-"Elbette gidecek"dedi yaşlı adam."Onları görmek isteyen pek çok insan var."

Heidi bunu hiç düşünmemişti.Güzel şeyler paylaşılmalıydı.

-"Haklısın büyükbaba"dedi.Şimdi gözleri tekrar neşe ve mutlulukla dolmuştu


alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Fatoş'un Bebeği





Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde,
Fatoş:

“ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..”

Bunun üzerine annesi:

“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.”
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “

Fatoş:

“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu.

Fatoş:

“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…”

“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi.

Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi?

Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu.

Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

İYİ YÜREKLİ EŞEK









Bir varmış, bir yokmuş. Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış. Sütçü, çıkarını iyi bilen, çalışkan,gayretli ve kurnaz bir adammış. Sabahları gün ağarmadan uyanır, gider eşeğini uyandırır, neşeli türkülerle onu hazırlarmış :

Güneş şimdi doğmadan
Dostum benim, gel uyan!
Kazanır daima çalışan
Dostum benim, gel uyan!

Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar, ona şeker verir, sağrısını sıvazlarmış. Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?... İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış. Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış. Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş. O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye :

Sabah erken kalkmalı
İşimize bakmalı
Öğlen vakti olmadan
Şu sütleri satmalı

Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik, sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş. İki çalışkan arkadaş, horozlar kukkuriku diye bağırmadan, bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar, evlere süt dağıtırlarmış.
“Süüüt!...Sütçüüü!”
Eşek de sahibinden geri kalır mı? Başlarmış bağırmaya :
“Ai...Aaaaiii!”
Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik. Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş. Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş, bir sevinirmiş ki, anlatamam. Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,s ahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş. Boğaz tokluğuna çalışmaktan, sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık.
“Süüüt.Sütçüüü! Haydi, sütçünüz geldi!”
Derken, çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü. Zengin olmuş. Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış. Eşek bu duruma üzülmüş. Üzülmüş ama elden ne gelir? Katlanmış çaresiz. Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür, eski günlerini içinden acı acı anarmış.
“Hey gidi günler hey, ne mutluyduk o günlerde! Cepte ağırlığımızca paramız, altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı.Birbirimize sevgimiz vardı. Gülen yüzümüz vardı. Türkülerimiz vardı. Yarınları bekleyişimiz vardı. Canım, her şeyimiz vardı işte!
Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar, ne de hal hatır sorar olmuş.
Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş. Öyle ki, gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış. İnsan, o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını, dert ortağını, türkü arkadaşını unutur mu? Bir türlü kabullenemiyormuş bunu...
Derken, sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın. O kadar zayıflamış yani. Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş. Dünya hali bu. Hastalık, düşkünlük olmaz mı?
Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş. Eşek kırılıp döküldükçe, acıma dilendikçe basarmış tekmeyi, sen misin tembellik eden diye. Üstelik ağır sözler söylermiş :
“Seni ucuz hayvan seni! Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek. Geber de kurtulalım bari!”
Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?..
İki gözü iki çeşme, öksürüp aksırarak, derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan.
Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş.
“Aman efendim, ne uyuz hayvan bu? Üstelik her gün hasta. Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine. Bana kalırsa, çalışmayana ekmek olmamalı. Satalım, başımızdan atalım, gitsin!”
Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi, eskisi kadar düşünceli, iyi huylu değilmiş. Üstelik bir sinirliymiş, bir sinirliymiş ki, ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri :
“Ne demek?” demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak, ha? Olmaz öyle şey! İşine gelmiyorsa, defolsun! Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!”
Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.
“Yok, vallahi kalmam burda! Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.” demiş kendi kendine, üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış...
Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet. Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun, yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış. Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama, yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını, halsizliğini unutup seslenmiş :
“Çiftçi baba, çiftçi baba, istersen torbanı yükle sırtıma. Kaldıracak halin yok belli. Sana yardım edebilirim belki.”
Çiftçi o kadar sevinmiş ki, hayvanın boynuna sarılmış, torbayı sırtına atmış.
“Eşek kardeş, belli, seni Tanrı gönderdi... Sağolasın! Ama sen de ne kadar zayıfsın. Üstelik soluyorsun. Titriyorsun. Besbelli, hastasın. Ama yine de ben, senden daha hasta ve dermansızım.”
İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler. İhtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş :
“Buyur” demiş. “Biraz dinlen. Belki gideceğin yol uzundur.”
Eşek üzüntüyle kafasını sallamış :
“Gideceğim yer yok ki!”
“Ya evin barkın?”
“Yok... Yok!”
“Eşin, dostun?”
“Yok dedim ya!”
Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya. Sözlerini bitirirken,
“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.”
Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık :
“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı. Naparsın, dünyanın hali bu! Sen de fazla duygulusun. Belli. Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi? Gel, burada kal. Yemeğime ortak ol. Kıt kanaat geçinir gideriz. Üstelik, biz arkadaş değerini biliriz.”
Pek sevinmiş eşekçik. Yüreğine su serpilmiş. Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar. Günler ayları, aylar yılları kovalamış.
Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği, yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış. İhtiyar :
“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe.
Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş. Sormuş soruşturmuş. Eski sahibine kimsenin bakmadığını, pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş.
“Ne de olsa eski dost, varayım helâllaşayım. Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş.
Yola düşmüş.
Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini. Gitmiş,öpmüş ellerini.
Sahibi önce tanıyamamış. Ama, dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış :
“Gel, benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla. Anladım ki arkadaşlık,
dostluk parayla ölçülmemeli. Doğrusu, sen eşekliğinle iyi ders verdin bana. Yalvarırım, sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş.
İnce duygulu eşek, sahibinin başında uzun süre ağlamış. Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş.
İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki :
“Sevgili dostum, hoş geldin!.. Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor. Başkası olsaydı gitmezdi. Oysa, sen başkalarından çok değişiksin. Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel! Artık bu güzel huyunu öğrendim ya, malım mülküm, varım yoğum senindir. Var,bildiğin gibi yaşa. Şunu unutma sakın; senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!”

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

BEZELYE PRENSES





Bir zamanlar bir prens varmış. Bu prens evlenmek istiyormuş, ama evleneceği kişi gerçek bir prenses olmalıymış. Böyle birini bulmak için bütün dünyayı dolaşmış, ama çok büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Çünkü, karşısına çıkan prenseslerin hakiki olup olmadığını bir türlü anlayamıyormuş. Hep eksik bir şeyler bir şeyler oluyormuş. Sonunda üzüntü ve umutsuzluk içinde yurduna dönmüş.
Bir gece korkunç bir fırtına çıkmış; şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, kıyametler kopuyormuş. Derken sarayın kapısı çalınmış, yaşlı kral gidip kapıyı açmış. Fakat, o da ne kapıda, yağmurdan ve fırtınadan perişan olmuş bir zavallı bir kız duruyormuş. Üstelik her tarafından sular akan, tepeden tırnağa sırılsıklam olmuş bu kızgerçek bir prenses olduğunu söylüyormuş.
“Eh, anlarız bakalım!” diye düşünmüş yaşlı kraliçe, ama kimseye bir şey söylememiş. Yatak odasına gitmiş, yere bir bezelye tanesi koymuş. Bu bezelye tanesinin üzerine yirmi tane döşek, döşeklerin üzerine de yirmi tane kaz tüyü yatak koymuş.
Gece olunca prenses bu yatakta yatmış.
Sabah olunca kıza, gece nasıl uyuduğunu sormuşlar.
“Ah, korkunç bir şeydi!” demiş prenses. “Bütün gece gözümü bile kırpmadım! Allah bilir ne vardı yatak ta! Sert bir şeyin üstünde yatmışım gibi, her yerim çürüdü, mosmor kesildi! Gerçekten berbattı!”
Böylece anlaşılmış ki, yirmi döşek ve yirmi kaz tüyü yatağın altındaki bezelye tanesini hissedecek kadar nazlı, narin olduğuna göre, bu prenses hakiki bir prensestir!
Prens onunla evlenmiş. O bezelye tanesini de müzeye koymuşlar. Eğer kimse almadıysa, bugün bile gidip görebilirsiniz onu.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Kar ve Çocuk






Çocuk evinin camından dışarı baktı. Hayalleri cama takıldı. Parka gitmek istiyordu diğer bütün çocuklar gibi. Salıncakta sallandıkça mutlu olacaktı çocuk. Dönme dolaplarda dönecekti. Sesi diğer çocukların seslerine karışacaktı. Bütün çocukların sesleri kuş seslerine karışacaktı. Ve çok mutlu olacaktı. Sadece parka gitmesi yetecekti. Başka bir şey istemiyordu. Mutlu olması için iki zincirin ucundaki küçük bir tahta parçası yetecekti ona. “Ah! şimdi parkta olabilseydim.” dedi. Elleri ile cama dokundu. Camın soğukluğu onun küçücük yüreğine. Mutlulukla arasındaki engeli cam olarak gördü birden. Bir de dışarıda ki bembeyaz örtüyü. Nasıl da her yeri kaplamıştı. Bir taraftan da küçük küçük beyaz tanecikler iniyordu gökyüzünden. Ne kadar da çoklardı. Sanki onlarda kendi aralarında oynuyordu. Bir sağa bir sola çığlık çığlığa koşuyordu. Tıpkı çocuklar gibi. Telaşlı ve ürkek birden bitiverecek gibi mutlulukları. Sanki birisi, “artık yeter şimdi eve gidiyoruz” diyecek ,alıp götürecekti hepsini.

Çocuk görünce baktığı camdan, küçük beyaz taneciklerin sevincini… Unutuverdi kendi içini saran kederini. Çekti camdan ellerini. Bahara erteledi parka gitme hayallerini. Çünkü isminin kar olduğunu öğrendiği bu küçük beyaz taneciklerin baharıydı içinde bulunduğu zaman. Isıttı küçücük yüreğinin içini, neşeli dansı kar tanelerinin. Birde ilerideki okulun bahçesinde şen şakrak kar topu oynayan çocukların sesleri geldi kulağın,ne güzeldi. Çocukların yaptığı kömür gözlü,havuç burunlu kardan adamın gülümseyen yüzünü görünce, daha da sevdi kar tanelerini. Parka gitmiş kadar mutluydu sanki, içindeki coşkuyu haykırmak istiyordu.

Sesini duyurmak istercesine dünyadaki bütün kar tanelerine. “Sizi seviyorum kar taneleri! Hepinizi çok seviyorum!”diye bağırdı. Ve daha çabuk büyüyüp kar taneleri ile oynamanın hayallerine dalarken,annesinin kendisine seslenen sesini duydu çocuk. Nasıl kar taneleri uça uça neşe ile iniyorsa yeryüzünün kucağına, çocukta tıpkı kar taneleri gibi gitti uzandı annesinin kucağına.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Kaplumbağa ile Tavşan







Tavşan ikide bir böbürleniyor:
"-Kimse benden hızlı koşamaz" diyormuş.
Sonunda kaplumbağa dayanamamış:
"-İstersen yarışalım" demiş.
Koşuya başlamışlar.Tavşan epeyce yol aldıktan sonra,
”Hıh, o sırtı kabuklu hayvancık sürüne sürüne kim bilir ne zaman sonra bana yetişir?” diye düşünmüş.
"-Şu ağacın altına biraz uzanıp dinleneyim" demiş.Uyuyakalmış.

Kaplumbağa ağır yürüyüşü ile yürümüş yürümüş,hiç dinlenmeden yol almış.
Tavşan bir ara gözünü açmış.Bir de ne görse beğenirsiniz, kaplumbağa neredeyse yarışı bitirmek üzereymiş.

Hemen fırlamış, rüzgar gibi koşmaya başlamış. Ama ne çare, kaplumbağaya yetişememiş. Böylece tavşan yarışı kaybetmiş. Aldırış etmemenin cezasını çekmiş. Kaplumbağa ise düzgün adımlarla, durmadan yürüdüğü için yarışı kazanmış.


alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Güzel ve Çirkin







Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi hem de sevgi doluymuş.

Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış. Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış.

Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş.

“Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler.
“Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar.
“Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel.

Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş.

Tüccar nereye gitiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, ceap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş.

Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanıbaşında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş.
“Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar.
“Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.”

Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış.

“Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!”

Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş.

“Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince… Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.”

Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış.

“Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden.
“Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.”

Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç!

“Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar.
“Evet,” demiş Güzel.
“O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.”

Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona.

‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş.

‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diey düşünmüş Güzel.

Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş.

“Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş.

O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş.

“Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel.
“Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.”

Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?”

Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş.

Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş.
“Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel.

Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış.
Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş.

Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş.

Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş.

“Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.”

“Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel.

Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar.

“Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemek yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş.

Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş. Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış.

O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canvar’ın kalbi hâlâ atıyormuş!

“Artık dönmezsin diey düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle.
“Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek isityorum.”

O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş.

“Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış.
“Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.”

Prens Güzel’i şatoya götürmüş. Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış.
“Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın,” demiş iyi peri Güzel’e.

Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Düynanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prenses’i olmuşlar.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Kırmızı Yanak ile Huysuz Elma






Elmalar sağlık verir,
İçinde vitaminler.
Çocuklar elma yerler,
Aman ne güzel derler.

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,uzaklarda bir yerde kırmızı yanak adında bir elma varmış. Kırmızı yanağı tanıyan pek çokmuş. Günler günler içinde, kırmızı yanak günlerin peşinde koşup dururmuş.
Bizim kırmızı yanak elma ağacındaki en güzel elmalardan biriymiş. Hatta en kırmızısı, en tatlısı, en ağırbaşlısı. Bütün elmalar onun önünde saygıyla eğilirlermiş. Kırmızı yanağın yan dalında ise huysuz elma yaşarmış. Kim ne dese sinirlenir, başına ne gelse çevresindekileri suçlarmış.
Elma ağacı bu olup bitenlerden hiç memnun değilmiş. huysuz elmanın ikide birde kırmızı yanağa saldırmasına içerler durur, arada bir huysuzu uyarırmış ama huysuz kimsenin uyarılarına kulak vermez, kendi bildiğini yapmaktan vazgeçmezmiş.
Bir sabah huysuz elma erkenden kalkmış. Sonra dalının üstünde ne kadar eşyası varsa üstlerine su dökmüş ve kimselere görünmeden tekrar uykuya dalmış. Bir saat sonra :
- Benim dalımı kim ıslattı?
diye yaygarayı basmış. Ağacın dallarındaki diğer elmalar ve elma ağacı neye uğradıklarını şaşırmışlar. Hepsi apar topar huysuz elmanın dalına doluşmuşlar, hatta bir ara dal kırılma tehlikesi bile atlatmış. Huysuz elma kırmızı yanağı kastederek;
Yine komşum bulaşık sularını dökmüştür mutlaka” demiş.
Herkes kırmızı yanağa doğru dönmüş. Kırmızı yanak morarmış sararmış, Üzüntüden rengi alacalanmış. Sonra;
- Benim hiç bir şeyden haberim yok hem uyuyordum hiç bir şey görmedim , demiş.
Huysuz elma :
- Tabi uyuyordun niye uyumayacaksın ki, dalımı mahvettikten sonra rahat rahat uyursun ,diyerek cevap vermiş.
Kırmızı yanak:
- Beni yapmadığım bir şey için suçluyorsunuz sayın huysuz elma. Bunu bir kere daha yapmıştınız ama bakın ben sizinle hiç ilgilenmiyorum. Sizin dalınıza yaklaşmıyorum bile görüyor musunuz ?
Huysuz elma atılmış hemen :
- Geçen hafta yaklaşmıştınız ya hem buradaki herkes şahit.
Kırmızı yanak boynunu bükmüş :
- İyi ama siz dalınızda yaptığınız toplantıya beni de davet etmiştiniz ve diğer arkadaşlarla birlikte gelmiştim.
Huysuz daha bir böbürlenerek :
- Bak işte yalanın ortaya çıktı, birde ben senin dalına bile yaklaşmam diyordun.
Kırmızı yanak ama yani şimdi gibi kelimelerle lafa başlamak istediyse de, hiç bir şey diyememiş. Bu sırada elma ağacı lafa karışarak bütün elma ağacı sakinlerini şaşırtmış.
- Ben olup biten her şeyi gördüm demiş. Huysuz elma aniden bağırmaya başlamış, bir yandan el kol hareketleri yapıyor,bir yandan suçsuzluğunu ispat etmeye çalışıyormuş:
- Ama nasıl gördünüz olamaz ki, ben etrafa su dökerken herkesin uyuduğundan iyice emin olmuştu, siz de mışıl mışıl uyuyordunuz.
Bu sözleri söyleyerek yakalanan huysuz elmayla o günden sonra hiç kimse konuşmamış. Elma ağacıda ” Ben dallarım arasında böyle faydasız işlerle uğraşan bir elma istemiyorum” diyerek ona sokağı göstermiş. Huysuz elma çantasını toplayıp elma ağacından ayrılırken, kırmızı yanak yine de huysuz elma için çok üzülüyormuş. Çünkü elmalar vitaminli, faydalı, sağlıklı meyvelerdir ve içlerinden bir tanesinin bile böyle faydasız işlerle uğraşması herkesi çok üzer.
Masalburada bitmiş , herkes evine gitmiş.
Huysuz elmayı bilenler,bu işe pek sevinmiş.
Seni gidi huysuz elma,dokunma ona buna,
Haydi bakalım, haydi,Şimdi çık git yoluna.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Küçük Patatesin Maceraları





Patates kızartması,
Çocukların baştacı.
Hapur hupur yerler,
Hiç bitsin istemezler.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kepçe kulaklı kedi kovalamış aslanı, aslan havlamış önce kedi ise kükremiş, pek korkmuş aslan hemen saklanıvermiş. Koca bir ejderha da saklanmış ayakkabıya, saklanır mı saklanır, ayakkabı küçüktür demeyin ha! Belki de bu ejderha başkadır. Uzaklarda değil çok yakın bir ülkede, bir patates yaşarmış ailesiyle birlikte. Bizim patates diğer bütün patatesler gibi toprağın altında yaşarmış. Toprağın altında oyun oynarmış arkadaşlarıyla, patateslerin kralı her gün onları yanına çağırır, dünya yüzüne çıktıklarında nelerle karşılaşacaklarını anlatırmış. Bizim patates ve arkadaşları nasıl heyecanlanırmış bir bilseniz, hayallere dalıp herşeyi unuturlarmış.
Günlerden bir gün küçük patates hoplaya zıplaya toprağın altından çıkmış, çıkar çıkmaz da güneşin upuzun kollarıyla karşılaşmış,yüzüne vuran o sıcaklık ilk önce korkutmuş onu ama sonra gözlerini kocaman açmış :
- aaaa ne güzel bir şey bu , sayın kral patatesin anlattığı şey bu olmalı. Neydi adı neydi ? Evet güneş. Dünyamızı aydınlatan, ısınmamızı sağlayan ve bizden çok uzakta olan güneş. Aslında hiç de o kadar uzakta değilmiş, sıcacık sanki toprak gibi toprağın içide böyle sıcacık…
Bizim küçük patates güneşin bütün sıcaklığını hissetmiş ve tam o sırada biraz ileride sağa sola koşup duran iki çocuk görmüş. Çocuklar öyle güzel koşuyorlarmış ki, patates bir süre onlara hayran hayran bakmış.
-ayak dedikleri şey bu olsa gerek. Her yere gidebilmelerini sağlıyor ayakları vay canına..
Patates, heyecan içinde öylece bakakalmış. Uzun bir müddet çocukların koşuşturmalarını izleyen küçük patates,onların yaklaştığını görünce

Yuvarlanarak bir taşın arkasına saklanmış. O ayaklarıyla vurup durdukları yuvarlak şeyin ne olduğunu bilemediği için biraz da telaşlanmış. Sayın kral patetesin anlattığı hiç bir şeye benzemiyormuş bu acaba büyük bir patatesle mi oynuyorlar diye tedirgin olmuş ama bu şey patatese de benzemiyormuş ki, zıplayıp duruyormuş. Yuvarlakmış, üstünde resimler varmış ve çocukları çok eğlendirdiği de bir gerçekmiş.

Küçük patates yavaşça geldiği toprak birikintisinin içine dalmış. Sayın patates kralına ve arkadaşlarına gördüklerini anlatmış. Anlattıklarını dikkatle dinleyen kral çocukların peşinde koştukları şeyin ‘top’ olduğunu ve bütün çocukların topla oynamaktan çok hoşlandıklarını anlatmış . Patates çocukların hiç oyuncakları olmazmış. O gün oyuncağın ne olduğunuda öğrenmişler.
Küçük patates toprağın altındaki sıcacık yuvasında, mutlu mutlu uyumuş o gece. Çocukların sofralarına yemek olarak gideceği günleri hayal etmiş durmuş: ” keşke benim de bir topum olsa” diye sayıklayarak uyumuş.

Ne güzel hayal kurmak,masallarda da olsa.
Hayalleri yaşamak,bir patates bile olsa.
Patatesin yemeği ve yapılır unutmayın,
Sadece kızartmasını yiyerek doymayın.

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Çiftçi ile Geçimsiz Oğulları






Akıllı bir çiftçi varmış. Ama bu çiftçinin oğullarıyla başı dertteymiş. Çünkü oğulları birbirleriyle hiç geçinemez, durmadan çekişirlermiş.

Çiftçi oğullarına ne dediyse kâr etmemiş. Çocuklar o kötü huylarını bir türlü değiştirmemişler. Atışıp çekişmeye devam etmişler.

Adamcağız sözle başa çıkamayacağını anlayıp, “Bâri şunlara bir örnek göstereyim.” demiş. Oğullarını yanına çağırmış. Onlardan birkaç demet de çubuk istemiş.
Oğullarını karşısına almış. Çubukların hepsini bir demet yapıp bağlamış. Sonra oğullarına verip;

“-Kırın bakayım şunları!” demiş.
Çocuklar uğraşmışlar, didinmişler ama çubukları bir türlü kıramamışlar. Bunun üzerine çiftçi, demeti onlardan alıp çözmüş. Çocukların hepsine birer çubuk verip;

“-Şimdi kırın bakalım.” demiş.
Çocukların hepsi de ellerindeki çubukları kolayca kırmışlar.

Baba;

“-Görüyorsunuz ya evlâtlarım,” demiş, “birlik olursanız düşmanlarınız size bir şey yapamaz. Ama birbirinizle geçinemez, çekişmeye devam ederseniz, düşmanlarınıza tek başınıza karşı koyamazsınız; yenilip gidersiniz.”

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Keloğlan Akıl Küpü







Bir varmış bir yokmuş. evvel zaman icinde kalbur saman içinde Allah`ın kulu çokmuş, bir dağın başında, bir ormanın yanıbaşında keloğlanın yaşadığı köy varmış.
Keloğlanın bir tek anacığı, anacığının da bir tek kel oğlu varmış. Dünyada başka kimseleri olmadığı için hep birbirlerine destek olurlar, kuru ekmek yeseler kimselere belli etmezler, padişahlara layık yemekler yedik diyerek kötü durumlarından kimseleri haberdar etmezlermiş.
Keloğlan çok akıllıymış ancak akıllı olduğu kadarda tembelmiş. Anası hadi oğlum, bahçeden bir soğan al dese, iki saat düşünür, üç saat hesap yapar, o soğanı bahçeden ayağına nasıl getirtebilir, onu düşünürmüş. Sonunda bir yolunu bulurmuş ama annesi de bu arada çıldırır dururmuş. Günler böyle . gelip geçerken, Keloğlanın anacığı bir gün hastalanmış, bütün iş güç keloğlana kalıvermiş. O tembel keloğlan gitmiş, yerine aklı başında çalışkan bir keloğlan gelivermiş. Anası yattığı yerden keloğlana emirler yağdırıyor, bizimki de oradan oraya koşuyormuş.Bu böyle günlerce sürmüş, keloğlan sonunda yorgunluktan bir köşeye düşmüş. O sırada bir fare keloğlanın yanına gelip:
- Keloğlan keleş oğlan, her işi beleş oğlan, nasıl ama çalışmak, zor geliyor di mi ? demiş.
Keloğlan gözünü aralamış, fareyi kovalamış. Fare tekrar gelmiş bu sefer iyice yaklaşıp,
- heeyyy. Duydun mu prensesin başına gelenleri, Her kim prensesi iyileştirse, kral onu kızıyla evlendirecekmiş, demiş. Sonra bir çırpıda anlatmış, güzeller güzeli prenses aylardr ağlayıp duruyormuş ve onu kimseler susturamıyormuş. Kızımı güldüren her kim olursa, onu prens yapacağım demiş kral. Keloğlan bunu duyduktan sonra, `Bu iş böyle olmayacak, başka şeyler yapmak lazım `diye hoplayıp zıplamaya başlamış. Öyle hoplayıp zıplayarak evlerinin yakınındaki dağın eteklerine kadar gelmiş. Dağın eteklerinde açan çiçekleri toplamış. Bu çiçeklerin özelliği insanları kıkır kıkır güldürebilmesiymiş. Anasından öğrendiği kadarıyla, hepsini bir araya getirirse, prensesi güldürebileceğini biliyormuş. Bütün gün topladığı çiçekleri bazı karışımlarla suladıktan sonra , çiçekleri alıp, sarayın yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, sarayın kapısına geldiğinde iki takla atıp, sırada bekleyenlerin yanında sıraya geçmiş. Akşama doğru ona sıra geldiğinde neredeyse yorgunluktan uyuyacak hale gelmiş. Onu içeri almışlar,keloğlan elindeki kağıdın içinde sakladığı çiçekleri prensese uzatmış. Prenses çiçekleri line alır almaz kıkır kıkır gülmeye başlamış, öyle çok gülüyormuş ki, kral ,kraliçe ve beraberindeki herkes prensesle gülmeye başlamış. Prenses mutluluktan uçuyor gibiymiş.Keloğlan o gün kurulan düğünle prensesle evlenmiş, anasını hasta yatağından aldırmış ve saraya getirmiş. Anası da kel oğlunun kel kafasına kocaman bir öpücük kondurmuş ..

alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Altın saçlı kız




Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle aşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip bir şeyler geveler, bir şeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Bir gün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyleyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.


alıntı
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...

Yaratıcılığınızı Arttırın: 7 Harikulade Psikolojik Teknik




Yapbozun son parçasını mı arıyorsunuz? Araştırmalarla kanıtlanmış bu 7 yaratıcılık arttırma tekniklerini deneyin.

Yeterli zaman, özgürlük, otonomi, iyi bir deneyim, örnek alınacak bir rol model ve motivasyon olduğu zaman aslında herkes yaratıcıdır.



Ama bazen en yaratıcı insan bile sıkılabilir, dönüp dolaşıp aynı şeyleri yapmaya başlayabilir veya çıkmazlara girebilir. İşte bunları aşmak için araştırmaların bulduğu 7 yöntem:



1. Psikolojik mesafe koyma: İnsanlar içinden çıkılamayan durumlarda genelde fiziksel bir şekilde işten uzaklaşarak ara verilmesi gerektiğini önerirler, ama aslında psikolojik mesafe de başlı başına yeterlidir.



Bir araştırmada bir görevi uzağındaymış gibi düşünmeye yönelik önceden uyarılmış katılımcılar, görevi yakınındaymış gibi düşünmeye yönelik uyarılmış katılımcılara kıyasla iki kat daha fazla içgörü ve sezgi ile ilgili problemler çözebildiler.


İçgörü: Yaratıcı olmanız gereken görevi kendinizden uzakta ve sizden bağımsız bir şekilde hayal etmeye çalışın. Daha ileri seviyede düşünebilmenizi sağlayacaktır.



2. Zamanı ileri sarma: Psikolojik mesafe gibi, kronolojik mesafe de yaratıcılığı arttırabilir.

Forster ve ekibi (2004) katılımcılardan bir sene sonra hayatlarının nasıl olacağını düşünmelerini istedi. Hayatlarının yarın nasıl olacağını düşünmeleri istenen katılımcılara göre, hayatlarının bir sene sonra nasıl olacağını düşünen katılımcıların içgörüleri arttı ve problemlere daha yaratıcı çözümler bulabilmeye başladılar.



İçgörü: Kendinizi daha ileri bir zamana yöneltin; yaratıcı olmanız gereken görevi bir, on veya yüz yıl sonrasından görmeye çalışın.



3. Absürd düşünme: Zihnimiz çaresizce deneyimlerimizden anlamlar çıkarır. Yaşanan deneyimler ne kadar absürd ise, anlam çıkarmak da o kadar zordur.

Bir araştırmada (Proulx, 2009) katılımcılar şekil tanıma testinden önce Franz Kafka’nın absürd bir kısa hikayesini okudular. Kontrol grubuna kıyasla bu kısa hikayeyi okuyanların gizli şekilleri tanımak için çok daha gelişmiş bir bilinçaltı becerisi gösterdikleri ortaya çıktı.


İçgörü: Alice Harikalar Diyarında, Kafka – Dönüşüm ve bunlar gibi absürd başyapıtları okuyun. Absürdlük bir “anlamı tehdit eden” bir şeydir ve yaratıcılığı arttırır.



4. Kötü ruh halinden faydalanma: Pozitif ruh hali problem çözme ve esnek düşünme becerilerini geliştirir, ve genelde yaratıcılığa yardım ettiği düşünülür. Ama negatif ruh hali de yaratıcılığı arttırma gücüne sahiptir.

161 çalışanın katıldığı bir araştırmada hem pozitif hem de negatif duyguların şiddetli olduğu zamanlarda yaratıcılığın arttığı ortaya çıktı (George & Zhou, 2007). Görünüşe göre insanlar, yaşadıkları dramı iş yaşamlarında bir avantaj haline getirebiliyorlar.



İçgörü: Negatif ruh hali yaratıcılığı öldürüyor gibi görünebilir ama ondan faydalanmanın yollarını bulun, olacaklara şaşıracaksınız.



5. Karşıtları birleştirmek: Nobel Ödülü alan fizyoloji, kimya, tıp ve fizik alanlarında 22 kişi ve Pulitzer Ödülü alan yazar ve artistler ile yapılan röportajlarda, bu kişilerin yaratıcılıklarının işleyişi ile ilgili ilginç benzerlikler ortaya çıktı (Rothenberg, 1996).



Çok yüzlü Romen Tanrı Janus’un ardından “Janusian düşünce” adı verilen bu düşünce tarzı, aynı anda birçok zıttu düşünebilme becerisini içeriyor. Yaratıcı düşünceler aslında birbirlerine çok yakındırlar, fakat bu ortaya çıkan üründe, teoride veya bir sanat eserinde belli olmaz.



İçgörü: İmkansız zıtlar, saçma kombinasyonlar yaratmaya çalışın.



6. Direnmek: İnsanlar yaratıcı olmaya çalıştıkları zaman genellikle çok az direnç gösterir ve varolan düşüncelerin ötesine geçemezler (Ward, 1994). Aynı temanın farklı varyasyonları olmasını dert etmiyorsanız bu bir problem değildir.



Yenilikçi bir şeyler istiyorsanız, fikirlerinizi varolan düşünceler üzerine kurmama çabası da kısıtlayıcı olabilir. Ama ne kadar çok direnç varsa, o kadar yaratıcı çözümler ortaya çıkar.



İçgörü: Az direnç gösterilen yollarda insanlar bir aşağı bir yukarı yürür durur. Yoldan çıkmaya çalışın.



7. Kavramları Değiştirme: İnsanlar genelde daha soruyu anlamadan hemen cevaplara atlamaya çalışırlar. Araştırmalar gösteriyor ki problemin kavramlarını değiştirmek çok faydalıdır.



Mumford ve ekibi (1994) araştırmalarında katılımcıların problemi çözmeye başlamadan önce farklı şekilde yeniden tasarlamaları istendiğinde, daha yüksek kaliteli fikirler ortaya çıkardıklarını buldular. Benzer bir şekilde, artistlerle yapılan bir çalışmada problemi yeniden şekillendirmeyi keşfetmeye odaklananların çok daha iyi sanat eserleri ortaya çıkardıkları bulunmuştu (Csikszentmihalyi & Getzels, 1971).



İçgörü: Bir an için çözümü unutun, probleme konsantre olun. Acaba doğru soruyu mu soruyorsunuz?

Günlük Yaratıcılık



Nobel ödülü alanlar ve artistlerle ilgili söylenenlerin yanında, bu metodların hepsi günlük hayata adapte edilebilir.

Zıtları birleştirmek, direnmek, absürdlük ve diğerleri size kolayca bir insana ne hediye alacağınıza, yeni kariyer hedeflerine veya haftasonu ne yapacağınıza bile karar vermenizde yardımcı olabilir. “Serbest” yaratıcılık da en az “Görev” için yapılan yaratıcılık kadar önemlidir.

ALINTI
DEVAMI İÇİN TIKLAMANIZ YETERLİ...
 
2009 Template Scrap Rústico|